1960’lı yılların ilk yarısı, Türkiye’nin Kıbrıs sorununda belki de yaşadığı en sıkıntılı yıllar olacaktı.
Yunanistan’ın amacı, Enosis ideali çerçevesinde Kıbrıs’ın ilhakını sağlamaktı. Yunan ordusu, adada Rum gücü oluşturarak bunu sağlamayı hedefliyordu. Bunun olması için de, Türk halkına karşı her fırsat çıktığında uygulanan katliamlara girişiliyordu. Ancak adanın uluslararası denge içindeki pozisyonu; kavgayı Türkiye ile Yunanistan dolayısıyla Kıbrıs’taki Rum ve Türk halkı çatışmasının dışına çıkarıyordu. Denklemin içinde İngiltere, ABD ve dönemin Sovyetler Birliği olmak üzere önemli güçleri de bir şekilde yer alıyordu. 1963 yılı Aralık ayında başlayan ve tarihe Kanlı Noel diye geçen Rum saldırıları 1964 yılında şiddetlenerek devam edecekti. 27 Aralık 1963’te üç garantör ülke olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin askerlerinden oluşan Barışı Koruma Kuvveti oluşturuldu.

Ordu Kıbrıs’a sloganları

İngiliz general, 30 Aralık’ta yeşil bir kalemle harita üzerinde çizgi çizerek Lefkoşa’yı ikiye ayırdı. Yeşil hat böyle oluştu. Ancak Rum güçleri, çok yönlü diplomasinin Türkiye’nin askeri yeteneğini sınırlandırdığını düşünerek saldırılarını sürdürüyordu. 26 Nisan 1964’te Girne Beşparmak Dağları’na saldırı düzenleyen Rum güçleri, 5 Türkü şehit etti. Rum güçleri, Girne Geçidi’ne 8 kilometre yaklaştı. Aynı gün, Lefkoşa’da yürüyüş yapan 5 bin Türk kadın, Birleşmiş Milletler Barış Gücü komutanını yuhalayarak taşladı ve “Türk Ordu’su Kıbrıs’a” diye slogan attı. Yok olma tehditi altındaki Kıbrıs’taki Türk halkı, Türk ordusunu adaya çağırıyordu.
Apartman dairesinde
Kıbrıs’ın efsanevi lideri, ilk KKTC Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş, o yıllarda genç yaşında adanın önemli toplum önderlerinden biriydi. Denktaş, 26 Şubat 1964’te Londra’daki BM görüşmelerinde Kıbrıs Türk toplumu adına konuşma yapmıştı. Makarios, bu konuşması nedeniyle Denktaş’ın Kıbrıs’a dönüşünü yasakladı. Böylece 18 Mart 1964 tarihinden itibaren Denktaş’ın Ankara’daki zorunlu ikamet yılları başladı. Denktaş, gizli yollarla Kıbrıs’a gitmek isteyecek ancak Türk hükümetinin buna izin vermemesi nedeniyle zorunlu olarak 4 yıl Ankara’da kalacaktı. Denktaş, Ankara’da Birinci Basın Sitesi’nde eşi Aydın Denktaş ve çocuklarıyla küçük bir apartman dairesinde kalacaktı. Hükümet, Denktaş’a Dışişleri Bakanlığı’nın Kıbrıs Dairesi’nde bir masa verdi. Kıbrıs’tan gelen kriptoları okuyordu. Kıbrıs’taki Türk liderler ile hükümet arasında bir köprü işlevi görüyordu.

Yaşadıklarını günlüğüne yazdı

Denktaş, Ankara’da kaldığı o yıllarda yaşadıklarını ve hislerini günlüğüne yazacaktı. Denktaş, 23 Nisan 1964’te günlüğüne şu notu düşecekti:
“Bugün Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Ankara’da caddeler pırıl pırıl, Türk çocukları Ata’larının kendilerine armağan ettiği bayramlarını kutluyorlar. Lefkoşa’da, evinin önünde oynarken Rumların dum dum kurşunu ile vurularak öldürülen 12 yaşındaki Türk çocuğunun cesedi taş kaldırımda yatıyor. Oyuncakları kan içinde. Yüreğim kan ağlıyor. Bütün Türk çocuklarının bayramı kutlu olsun.”

25 Nisan 1964 tarihindeki notunda ise “St. Hilarion bölgesine çok şiddetli Rum saldırıları başlıyor. Ağır makineli tüfekler, havan toplan, bazukalar ateş kusmaktadır” ifadesi yer alacaktı.





‘İnönü’nün yanındayım’

Denktaş, 26 Nisan 1964 tarihinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü ile yaptığı görüşme konusunda günlüğüne şunları yazacaktı:
“Sabahın erken saatinde İnönü’nün yanındayım. İnönü, benim heyecanla dramatize ettiğim vahim durumu dikkatle, tebessüm ederek dinledi. ‘Şimdi bir çay içelim’ dedi, şu dağ düşerse, şu kasaba çökerse Kıbrıs davası da bitmiş olur’ manasına gelen bir beyanatımı gördün mü?’ diye sordu. Görmediğimi söyledim. ‘O halde ne bu telaş... Dağ düşerse, kasaba çökerse, Kıbrıs Türkü teslim olursa, Kıbrıs davası bitecek mi? Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde uluslararası anlaşmalarla temin edilmiş hakları var... Türkiye Kıbrıs’ı Yunan’a bırakamaz. Ada, Türkiye için stratejik önemi olan bir adadır. Yunan’a verilemez. Kıbrıs dahilinde sizin direnişiniz çökerse dahi, Türkiye Yunanistan’ın Kıbrıs’a yerleşmesine göz yumamaz. Meseleyi Atina’da hallederiz... Haydi sen git arkadaşlarına selamımı duyur. Endişe etmesinler’ dedi. Turgut Sunalp Paşa benimle koridora kadar yürüdü. Kıkır kıkır gülüyor, bana takılıyordu. Meğer İnönü sabaha kadar Genelkurmay’da çalışmış, Kıbrıs Türkleri’nin mukavemeti kırıldığı takdirde Türk Alayı’nın savaşa katılması emri verilmiş, çünkü saldıranlar Yunan subaylarının idaresinde Rum ve Yunan askerleri!.. BM Barış Gücü saldırıya uğrayan Türklere yardım edeceği, saldırıları durduracağı yerde, Rum Liderliğine yardımcı bir tavır içerisindedir. Lefkoşa’da binlerce Türk kadını tarafından BM Barış Gücü’nü protesto eden büyük bir miting yapılır.”




‘Büyük adam bu!’

Gazeteci - Yazar Nur Batur’un “Rauf Denktaş: Yeniden Yaşasaydım” adıyla yayımlanan kitabında, o dönemde başbakanlık koltuğunda yeni olan Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı İnönü arasında Kıbrıs konusunda yapılan görüşmeye yer veriliyor:
“6 helikopterle mi müdahale yapılacaktı? 2 çıkarma gemisiyle mi adaya asker taşınacaktı? 6 kargo uçağıyla mı adaya çıkan askere lojistik destek verilecekti? Demirel, Genelkurmay Başkanı ile uzun uzun tartıştıktan sonra ana muhalefet lideri İnönü ile konuşmaya karar verdi. İnönü, 1963’te de Kıbrıs’a müdahale kararı alan ama sonra uygulamayan savaş görmüş bir komutandı. Savaşın ne olduğunu bilirdi? Acaba şimdi ne düşünüyordu? Demirel, İsmet İnönü ile yaptığı bu tarihi görüşmenin perde arkasını ilk kez açıklıyor:
‘İnönü’yü davet ettim, geldi. Anlattım. ‘Çıkarmaya hazırız’ dedim. ‘Şimdi’ dedi, ‘evvela oradaki halk orayı vatan yapmaya karar vermelidir. Kıbrıs’taki halk emin değil’ dedi. Aynen böyle... ‘Eğer bir halk oturduğu yeri vatan yapmaya karar vermezse, orayı muhafaza edemezsiniz’ dedi. Evvela onlar bir karar versinler vatan yapmaya’ dedi. Fedakarlık yapsınlar, mücadelenin içine girsinler’ dedi. Bugün de o sıkıntılar devam ediyor. Sonra ‘Bizim ordu deniz geçen bir harekat yapmamıştır. Türkiye’nin başarısızlığı Kıbrıs’ın kaybı demektir. Türkiye başarılı olmaya devam ederse Kıbrıs’ı nasılsa kurtarır. Ama Türkiye başarısız olursa Kıbrıs da batar Türkiye’de batar... Onun için bir amfibik harekat emrini vermeden önce çok dikkatli olun’ dedi. İnönü, çıkarken dedi ki: ‘Sayın Başbakan nezaket gösterdiler, beni davet ettiler, ben de geldim fikrimi söyledim.’ Ben bunu çok dürüst bir hareket sayarım. Çok büyük bir olay bu. Ben dedim ki:’Bununla biz kavgalıyız ama bu adam büyük. Büyük adam bu’ dedim...”

7 ölçeğinde nükleer felaket




Sovyetler Birliği, dağılmadan önceki son yıllarını yaşıyordu. 26 Nisan 1986 tarihinde Sovyetler Birliği’ne bağlı Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Pripyat şehri yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali’nin 4 numaralı reaktöründe önemli bir nükleer kaza yaşandı. Kaza, o dönemde Uluslararası Nükleer Olay Ölçeği’ne göre meydana gelmiş en büyük nükleer kaza idi. Çernobil felaketi, Uluslararası Nükleer Olay Ölçeğinde en yüksek sınıflandırma oranı olan 7 ile ölçeklendirildi.
Bu sınıfta ölçeklendirilen diğer nükleler felaket; 2011 yılında meydana gelen Fukuşima I Nükleer Santrali kazası olacaktı.

Çernobil faciası sırasında 31 kişi yaşamını yitirdi. Ancak etkisi büyük bir alana yayılan bu kazanın verdiği zararlar ölçülmesi zor oranda büyük olacaktı.

Karadeniz çayı etkilendi


Kazanın olduğu dönemde Türkiye’de Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal idi. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı koltuğunda ise Cahit Aral vardı. Çernobil’den yayılan radyosunla ilgili Türkiye’deki endişe Karadeniz’deki çay hasadıyla başlayacaktı.
Batı basınında yer verilen haberlerde, nükleer yağmurla yıkanan Karadeniz çayında yüksek miktarda radyasyon olduğunu ileri sürülüyordu. İnsanlar, çay içmeye çekinir olmuştu. 6 Aralık 1986’da Cumhurbaşkanı Evren, “Bize radyasyondan madrasyondan bir şey olmaz” dedi. Başbakan Özal, “Azıcık radyasyonlu çay sağlığa faydalı. Korkmadan içilebilir, radyasyonlu çay lezzetli oluyor” diye espri yaptı. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı merhum Cahit Aral, kameralar önünde çay içti, demlenince çaydaki radyasyon oranının düştüğünü iddia etti.




‘İç millet rahatlasın!’

Aral, daha sonra yapacağı açıklamada, çay içmesini Turgut Özal’ın “İç de millet rahatlasın” diye önerdiğini söyleyecekti.

Aral, “O dönem bunu kimse yazmadı. Gazeteciler geldi, ellerinde radyasyon ölçme cihazı var. Para çıkarıp çay aldırdım. Masanın üzerine torba torba koyduk, aleti getirdim hiçbirinde alarm vermedi. Bir televizyon getirttim. Açtırdım ve ona doğru yürümeye başladım. Cihaz ötmeye başladı. Televizyonun yaydığı radyasyon daha fazlaydı” diyecekti.


Devami...