Kurtuluş Savaşının zaferle sonuçlanması sonrası Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden silinir. Yeni devletin şekli ve yapısı da atılan adımlarla kendini yavaş yavaş gösterir. Saltanat 1 Kasım 1922’de kaldırılır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilir. 3 Mart 1924’te kabul edilen yasayla Halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının sınır dışı edilmesine karar verilir. Halife Abdülmecit de 4 Mart sabahı ülkeden ayrılır. Aynı gün “Tevhidi Tedrisat” (öğretimin birleştirilmesi) yasasıyla da bütün okullar Millî eğitim Bakanlığı’na bağlanır. Ardından medreseler ve mahalle mektepleri kapatılır. Bir başka yasayla da “Şer’iye ve Evkaf ve Erkanıharbiyei Umumiye Vekâletleri (bakanlıkları)” kaldırılarak; yerlerine Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulur; Genelkurmay Başkanlığı oluşturularak, hükümetten ayrılması öngörülür. Yapılan her bir düzenleme genç Cumhuriyetin laiklik ilkesi üzerine oturtulacağının sinyalidir. Yeni anayasada “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir”, “Devletin yönetim şekli Cumhuriyettir” vurguları yapılır, din konusunda atılacak adımlar için ise henüz erkendir.

Anayasal laikliğe doğru
Mustafa Kemal Atatürk, Anayasa’nın 2’nci ve 26’ncı maddeleriyle ilgili görüşlerini 1927 yılında verdiği “Büyük Nutuk”ta ilk kez dile getirir. İstanbul gazetecileriyle 16 Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı basın toplantısında, bir gazetecinin “Yeni hükümetin dini olacak mı?”’ sorusuyla karşılaştığını anlatan Atatürk, Nutuk’ta şöyle der: “İtiraf edeyim ki, bu soruyla karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın, o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir. (...) Efendiler, gazetecinin sorusuna karşı: ‘Hükümetin dini olamaz!’ diyemedim; tersini söyledim: ‘Vardır efendim, İslam dinidir’ dedim. Ama hemen: ‘İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır.’ diye sözlerimi açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum.”
Atatürk, yeni anayasa (1924) yapılırken de “laik hükümet” teriminden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek amacıyla, “yasanın ikinci maddesini anlamsız kılan terimin konulmasına göz yumulduğu”nu belirtir. Atatürk, şunları kaydeder: “Anayasanın ikinci ve yirmi altıncı maddelerinde gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti ile cumhuriyet yönetiminin çağdaş karakteri ile bağdaşmayan terimler, devrim ve cumhuriyetçe, o zaman için sakınca görülmeyen ödünlerdir. Ulus, Anayasamızdan bu gereksiz terimleri ilk elverişli zamanda kaldırmalıdır!”
Vallahi yerine ‘söz veririm’
Atatürk’ün 1927 yılında işaret ettiği bu Anayasa değişiklikleri, 10 Nisan 1928’de gerçekleştirilir.
İsmet İnönü ve 120 arkadaşının önerisi üzerine, 2’nci maddeden “Türkiye Devletinin dini, dini İslam’dır” hükmü ile 26’ncı maddeden “ahkâmı şer’iyenin tenfizi” (şeri hükümlerin uygulanması) cümlesi çıkarılır. 16’ncı maddede yapılan değişiklikle milletvekillerinin, 38’inci maddedeki değişiklikle de cumhurbaşkanının ant içerken “vallahi” yerine “Namusum üzerine söz veririm” diyecekleri hükme bağlanır. Yapılan değişiklik TBMM’de oy birliği ile kabul edildikten sonra Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girer.
‘İnanan bir Müslümanım’
Münir Hayri Egeli, “Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar” kitabında, Trabzon’a ziyaretinde (1924 Anayasası yürürlüktedir), Atatürk’ün, öğretmenlere, “Osmanlı İmparatorluğu, Türk tarihinde din ile devlet işini birbirine karıştırma hatasının son kurbanıdır” dediğini aktarır. Orada bulunan Trabzon’un çok saydığı müftüsü Cudi Efendi, bu sözlerden incindiğini hissettirir bir harekette bulunur. Bunun üzerine Atatürk şu açıklamayı yapar: “Sözlerimi açıklayayım. Ben dinin insan ruhu için bir ihtiyaç olduğunu kabul ediyorum. Şahsen ben de inanan bir Müslüman’ım. Fakat şunu da açık olarak söyleyeceğim: Din, ne zaman devlet ve dünya işlerine müdahale etmişse ulus için bir felaket olmuştur.”
Atatürk’ün el yazısıyla laiklik


CHP Kongresi (1937) için hazırladığı program taslağında, şöyle yazar:
“Devletin esas kuramı: Türkiye; ulusaltçı, halkçı, devletçi, dışdinseltçi ve devrimci bir cumhuriyettir.” Atatürk, laiklik yerine, “dışdinseltçi” (dindışılık) kelimesini tercih ediyor; ancak dindışılık yanlış anlamalara yol açabileceği için “laiklik” kullanılıyor.
‘Kaldırılan din değil softaların tahakkümü’
Avusturya’nın Ankara Büyükelçisi Norbet Von Bischoff da “1930’larda Ankara” adlı eserinde halkın din devrimlerine sesini çıkarmamasını hayretle karşılar. Avrupa’da benzer reform hareketlerinin toplumsal olaylara yol açtığına işaret eden Bischoff, “Türk milletinin kendisine gelince; o, bütün bu olaylara, belki de Müslümanların bizzat kendisine aşılamış olduğu bir liyakatle bakmış, anlamıştır ki kalkan şey, din değil, softaların tahakkümüdür” der.
Emniyet Teşkilatı 175 yaşında
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra emniyet hizmetlerinde beliren düzensizliği ortadan kaldırmak amacıyla 10 Nisan 1845’de polis teşkilatı kuruldu.
Osmanlı Devleti’nde 1826 tarihine değin güvenlik işlerini Yeniçeriler ve sipahiler yürütürdü. 18 Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırılarak, yerine İstanbul’da “Asâkir-i Muntazama- i Mansure ve Asâkir-i Muntazama-i Hassa” ile 1834’te Anadolu ve Rumeli’nin bazı eyaletlerinde “Asâkir-i Redife” adıyla yeni bir askerî teşkilat kurulur. Yeniçeri Ağası’nınkine benzer yetkilerle donatılmış “Serasker” adı verilen komutan yeni teşkilatın başına geçirilir. Yine bu dönemde İstanbulgüvenliğini sağlamak amacıyla Hassa, Asakir-i Muntazama-i Bahriye ve Topçu ocakları görevlendirilir. Eskiden var olan İhtisap Ağalığı da İhtisap Nezareti’ne dönüştürülerek, hem belediye hem de güvenlik hizmetlerini üstlenir.
‘Polis Nizamnamesi’
Ancak, bir düzensizlik ortaya çıkar. Buna son vermek amacıyla 1845’te İstanbul’da polis teşkilatı kurulur. Sefaretlere bir Tezkere-i Umumiye gönderilir; ayrıca bir Polis Nizamnamesi yayınlanır.
10 Nisan 1845 tarihli tezkerede, payitahtta halkın güvenliğini ve kentin düzenini sağlamak amacıyla “Polis” denilen bir kolluk kuvvetinin oluşturulduğu ve başına Tophane-i Amire Müşiri Mehmet Ali Paşa’nın getirildiği duyurulur. Aynı günlü nizamnamede ise polis adını taşıyacak bu yeni zaptiye örgütünün görevleri belirtilir. Ancak, Osmanlı’nın zaptiye örgütündeki karışıklık 1846’da kurulan Zaptiye Müşiriyeti’ne kadar sürer.
Eski Türklerde ise “Yargan” denilen basit suçlarla ilgilenen yargıçlar zamanla zabıta görevlerini yerine getirmeye başlarlar. Yine Türklerde güvenliği sağlayan zabıtaların amiri konumunda “Subaşılar” da vardır ve Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde asayiş ve askerî görevli olarak subaşılar görev yaparlar.



Devami...